GZONE ÖZEL RÖPORTAJ: MÜZİĞİN ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇISI GAYE SU AKYOL

Son yılların en dikkat çeken sanatçılarından biri olan Gaye Su Akyol, Rock ve Türk Sanat Müziği sentezi şarkılarıyla birbirine uzak gibi görünen iki türü başarıyla harmanladı. Bununla da kalmadı, son yıllarda yurtdışında Türkiye’yi temsil eden en önemli müzisyenlerden biri oldu. Muhalif tavrını saklama gereği duymayan, kapsayıcı tavrıyla LGBTİ+’yı açık açık destekleyen bu güzel isim GZone Dergi’nin en özel konuklarından biri oldu. Üstelik, bakışını çok sevdiğimiz Aytekin Yalçın’ın birbirinden göz alıcı kareleriyle. İşte bu özel röportaj:

Röportaj: Murat Renay – Fotoğraflar: Aytekin Yalçın – Saç: Sedat Temur -Makyaj: Gülüm Erzincan – Styling: Mert Yemencioğlu

-Türk Sanat Müziği’nden Rock’a uzanan ve birbiri ile ilgisiz gibi görünen türlerin karması bir müziğin var. Müziğinin ortaya çıkışını ve ilham kaynaklarını nasıl tanımlarsın?

Çok sesli bir evde büyüdüm. Birbirinden bağımsız gibi görünen farklı türde müziklerden beslendim, beslenmeye devam ediyorum. Üzerine keşiflerim, kitaplar, filozoflar, hisler, sorular, duygular ve daha bir yığın şey eklenince ortaya çıkan müzik bu oldu. 

Annem Klasik Türk Müziği’ni çok severdi, harika sesi vardı. Birlikte sürekli şarkılar söylerdik. 5 yaşında sayesinde Ah Tut-i Mucize Guyem ve benzeri klasikler söylemeye çalışıyordum. Müzeyyen Senar, Zeki Müren evin fon müziği gibiydi, kasetleri dönerdi. TRT’deki fantastik saçları, makyajlarıyla 80’ler soslu TSM koroları da fondan hiç eksik olmazdı. Nalan Altınörs’ler, Yıldırım Bekçi’ler… Babam Mozart, Tchaikovsky gibi Klasik Batı Müziği ve Ruhi Su, Aşık Veysel gibi Türk Halk Müziği sanatçılarını dinlerdi. Atölyesinde plaklarını, kasetlerini görürdüm. Merakla incelerdim çünkü o yepyeni bir dünyaydı. Bu sırada yan evde dayım Deep Purple’lara, Led Zeppelin’lere düşmüş, sayesinde 60’ları, 70’leri ucundan keşfediyorum… ama asıl kırılma 9-10 yaşlarındayken oldu. Oyunun kurallarını benim için tamamen değiştiren Nirvana‘ydı. İlk tanışma hikayemizi hiç unutmuyorum: Abim o sıralar cayır cayır bir ergen, annemin külüstür arabasında Nevermind albümünü dinliyor. Kapıyı açıp girdim ve şarkıyı duyar duymaz beynimden vurulmuşa döndüm. Bilmeden aradığım her şey oradaydı. Abime hayretle ve büyük bir tutkuyla bir yığın soru sorduğumu hatırlıyorum. Çalan şarkı Smells Like Teen Spirit’ti bu arada ve sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı zaten 🙂 ardından bitmeyen bir keşif süreci, sonsuz külliyatın içine düşmek, sayısız sorular, cevaplar… hem kayboluşumu, hem de kurtuluşumu bulmuş gibiydim. 

-Türkiye’dekinden daha fazla yurtdışında ünlü olduğuna inanıyor musun? Bu durumu neye bağlıyorsun? Bu konuda bir üzüntün var mıdır?

Bu sorunun cevabı, seçtiğim ve seçmediğim yollarda gizli. Ben tanınır olmakla hiçbir zaman ilgilenmedim. Popülerlik, tek başına hiçbir anlam ifade etmiyor benim için. Bu hep böyleydi ve sanırım hep de böyle kalacak. Derdim başka… Zamansız, evrensel bir temsilin, dinlemek istediğim müziğin peşindeyim, olmak istediğim kişinin, görmek istediğim kainatın tahayyülündeyim, kendi arkeolojimin, içinde doğduğum, büyüdüğüm, beni hem besleyen hem de zehirleyen kültürün damarlarında geziyorum, gerisini tarih yazdı, yazıyor. Konuyla ilgili en çok hoşuma giden şey de bu zaten, yaptığım müzik kendi kanatlarıyla uçuyor! 

Bu, kanatları yurtdışına da uzanan serüvene yakından bakınca şunları söyleyebilirim;

Her şey kendi akışında ilerledi. Patronsuz, efendisiz, görünür olmak ya da herkese ulaşmak gibi kaygılar gütmeden, çok kısıtlı bütçelerle ve “diy” felsefesiyle, “punk” tavrını asla terk etmeden, istemediğimiz hiçbir şeyi yapmayarak… İlk albüm yayımlandıktan kısa süre sonra ilerleyen dönemde yurtdışındaki butik plak şirketimiz Glitterbeat’ten teklif gelmesi de böyle oldu, booking ajansımızın bizi bulması ve ardı arkası kesilmeyen turnelerimiz ya da Guardian, Pitchfork, The Wire, BBC gibi mecraların ilgisi de. Yurtdışında inanılmaz bir ilgi ve sevgi görüyor doğru, bu tamamiyle yaptığımız müziğin ve ardındaki felsefenin gücüdür, coğrafyanın kader olmayışının tezahürüdür ve umarım bu birilerine güç verir, ilham olur. Keza kendiyle ve içinde filizlendiği toplumla bu kadar çıplak ilişki kurabilme riski alanların peşine düşmeyi asla ıskalamıyorlar. Ama şunu da söylemeliyim, düşünülenin aksine Türkiye’de de epey kalabalığız, muazzam bir sevgi var, konserlerimizde çoğunlukla bilet bulmak zor oluyor ve hemen her konserimiz olağanüstü tutkulu geçiyor. Konuyu ve durduğum, dokunduğum noktaları tarihsel bağlamda inceleyen çok kıymetli araştırmalar, yazılar, haberler çıkıyor. Böylesine avangart bir müzik, kısa denilebilecek bir sürede böylesine olağanüstü bir sevgi… daha ne isteyebilirim!

-Türkiyeli sanatçıların yurtdışında genelde oryantalist unsurları kullandığı zaman başarı kazanabildiği gibi bir tespite katılıyor musun? 

Cin olmadan adam çarpamazsın. Anadolu’nun gerçeklerini, travmalarını, toplumun çok sesliliğini, ortak acılarını, sevincini, hayal kırıklıklarını, tarihsel kırılmalarını, coğrafi dengelerini… vb. araştıran, içinde hissedebilen bir sanatçı, ilgilendiği konuyu kendi eleğinden geçirdiğinde oryantalist unsurlarla karşılaşıyorsa, bunu da sakil ve eklektik bir biçimde değil de içinden geldiği gibi işine, sanatına yansıtabiliyorsa, ancak o zaman dünyada da ciddiye alınabiliyor diye düşünüyorum. Yoksa bu oryantalist denemeler karikatürize bir girişim veya kısa yoldan kâr denemesi, küçük hesapçılık olarak kalabiliyor ancak.

-Seninle ilgili yorumları okurken ya çok seven ya da hiç sevmeyenlerle karşılaştık, ortada buluşan pek yok. Bu durumu neye bağlıyorsun?

Herkesi mutlu edemezsin, herkesin seni sevmesini bekleyemezsin. Bugün dünyayı kurtarsan, ertesi gün; “ama iyi kurtaramadı” diyenler çıkacak… bu böyledir. İnsanın doğası bu. Şu da var; memeli hayvanlarız, bir şeyi tehlike olarak gördüğümüzde ona karşı önlemler alıyoruz, mesafeler koyuyoruz. Bunu sevgisizlikle taçlandırıyoruz. İddiası kendinden menkul bir müzik, kafasına göre bir tip, üstelik de bir kadın… bu üçlü özellikle Orta Doğu’nun kıyısında bir ülke için zor bir kombo. Beni hiç tanımadan, müziğimi dinlemeden önyargılı olanlar üzerinde etkisi olabilir. 

-Buradan yola çıkarak; sosyal medyanın enerjimizi emdiğine ve bizi negatif elektirikle yüklediğine inanyor musun?

Haddinden fazla ciddiye alıyorsan evet. Yapay bir dünyada gerçek duygular kovalıyoruz, sosyal medyanın onaylanma arzumuzu manipüle edişini ve beynimizi ele geçirişini izliyoruz. Çok mutsuzsun, iki dakika sonra instagram’a ağzı kulaklarında fotoğraf koyuyorsun, sonra tekrar dev bir mutsuzluk. Neyi, niye örtüyoruz? Bilgisayarın ya da telefonun öbür ucunda senin gibi onaylanmayı bekleyen yetişkin görünümlü çocuklar var. Ciddiye alıp kahrolmak yerine her dakikası ömründen eksilen kıymetli vaktini kendini inşa etmeye ayırmak daha iyi fikir değil mi? Birilerinin duygularını yönetmesine izin veriyorsan, gerçekten özgür olduğunu söyleyebilir misin? 

-“Sanatçılar suya sabuna dokunmasın” düşüncesine inanmadığını görüyoruz. Hem politik hem de toplumsal konularda muhalifliğini gizlemeyen bir sanatçısın, bunun sana kötü olarak geri dönüşleri oldu mu? 

Bilakis, tek tük birkaç “troll” dışında büyük bir sevgi ve destek var. Yalnızca sanatçı değil, herkes konuşacak, tartışacak, iletişim kurup yeni fikirler, yeni olasılıklar hayal edecek, yanlış gördüğü, değişmesini istediklerini ya da güzel bulduklarını dile getirecek. Ne mutlu o bireylere, o topluma… İnsan olmamızı ancak böyle taçlandırabiliriz. 

-LGBTİ+ mücadelesine de açık açık destek veren isimlerdensin. Türkiye’nin dinamiklerini de hesaba katarsak bu mücadelede sence nerelerdeyiz? Daha neler yapmak gerekiyor?

Çok kalabalık, çok güzeliz. Çalıştıkça, görünür oldukça, birlikte üretip tarihe not düştükçe, ses verip özgürleşme mücadelesine bir damla bile olsa katkı sağlamaya devam ettikçe daha da güçlenip büyüyeceğiz. Bu bizim, belli bir zamanın, belli ülkelerin ya da küçük bir zümrenin davası değil, herkesin meselesidir. Dil, din, ırk, cinsiyet, kültürlerin özgürlüğü de tekil meseleler değil, bütüncül bir olgudur. Dolayısıyla önce bunu fark etmeliyiz. Herkesin, kendinin süper kahramanı olduğu bir dünya, olamaz mı, olabilir!

-Özgürlüklerimiz açısından dünya ve Türkiye’de geleceğimizi nasıl görüyorsun? Karamsar mısın?

Bazen karanlık duyguların içine gömülüyorum ama sonra silkelenip kendime geliyorum ve şunu hatırlıyorum; insanlık tarihi boyunca muhteşem, savaşsız, dertsiz geçen bir dönem yok. Dualizm var, iyi ve kötü yanyana. Dolayısıyla karamsar olmanın bir anlamı yok. Nasıl bir gelecek istiyorsak onu yaratacağız. Meselemiz bu. Teknoloji, devletler, sistemler, hepsi insan eliyle yaratılıyor. Özgürlüklerimizi kısıtlamaya çalışanlar, kurumların arkasına gizlenen birtakım başka insanlar. O halde soyut kavramların arkasına gizlenerek kendi karanlık fikirlerini dünyaya bulaştırmalarına müsaade etmeyeceğiz… 

-Rock’n Roll ve LGBTİ+’nın kesiştiği yerler sence nereler?

Birbirini besleyen iki kök gibi. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Kendi olma, özgürleşme, haksızlıklara, baskıya, ötekileştirmeye karşı mücadelede hem felsefe, hem de yaklaşım olarak aynı toprağın ormanı gibiler. 

-Senin kuir ikonların, özgürlük konusunda sana ilham veren isimler kimler? 

Kendi olmayı göze alabilen, “normali bozup” kendi normalini yaratabilen cesur insanlar… aklıma ilk gelen isimler David Bowie, Virginia Woolf, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Prince…

-Yurtdışında bir hayli festival gezdin, en unutmadığın sahneler nereleriydi?

Japonya başka bir gezegende vuku bulan tuhaf ve harikulade bir rüya gibiydi. Roskilde’ye 2 sene arayla iki kere katıldık ve her ikisi de unutulmazlar arasına girdi. Le Guess Who sahnesi harikaydı.  

-“Explanation kills art” tamam ancak “Bir yaralı kuştum” videosundaki trans isimler ve drag queenlerin sence önemi ve anlamı nedir?

Normal nedir? Sınırları kim belirliyor? Bu sınırların içine sığmayı reddedenler ne yapacak? Aşık oldum, kendini içimdeki sınırlara çarparak yok eden tuhaf bir şey’le karşılaştım ve şüphesiz bu hikayeyi başka hiçbir videoyla böylesine güçlü anlatamazdım. İçimde susmaya çalışan öteki’lerle, dışımda susturulmaya çalışan ötekiler… Bu sıkıcı oyunu bozmak istedim. Bozup, kendi oyunumuzu yaratmak, sınırları yok etmek, içine biz’i, “öteki”ni, “ayrıksı otlarımı” katmak istedim. “Bir Yaralı Kuştum”un görsel dünyasını Aytekin Yalçın’la birlikte tasarlarken, kendi olma riskini göze alan, tanıdığımız ya da uzaktan uzağa bayıldığımız, bize ilham veren isimlerin dahil olduğunu hayal ettik. Kübra Uzun, GIA, Didem Soydan, İris Mozalar, Süha ve diğer muazzam dostlar davetimizi kırmadı ve bu videoyu gerçek kimliğine taşımamıza yardım ettiler. Müteşekkirim ve en sevdiğim kliplerimden biri.

Melikşah Altuntaş’ın videoyla ilgili yazdığı şu enfes analizi de merak edenlerle paylaşmak isterim;

“Ötekiye duyulan korku ve kabul endişesini, insanın kendi karanlığıyla yüzleşmesi üzerinden çözümleyen, toplumsal cinsiyet rollerine karşı önyargıları bir çember içine alıp, bu çemberi bir arada kalabilmenin gücüyle sarmalayan “Bir Yaralı Kuştum” videosu, David Lynch ve Jean-Luc Godard gibi ustaların sinemasındaki gizemli cazibeye referanslarla bezeli, Aytekin Yalçın imzalı bir film noir. Gaye Su Akyol’u ayrıksı otları korkusuzca ayıklayan katıksız bir kahraman gibi betimlemek yerine, karanlığın ortasında, kendi iç hesaplaşmasıyla baş başa bırakan video, yalnız ve köşeli ruhların çaresizliğini, farklı olanla buluşabilme cesareti gösterdiği dar sokaklarda gideriyor.”