GZone yaşam yazarı Recep Özdaş, son yılların en beğenilen filmlerinden biri olan Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’ni. Ona hissettirdiklerini kaleme aldı. İşte bu yazı:
Ayrıcalıklıları olan bir erkek bedende doğduğum ve bu yazıyı o ayrıcalık içinden yazdığım için Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’ni bu ayrıcalıklı lenslerimle izlediğim-yorumladığım gerçeğini hatırlatmak zorundayım. Zira bu film bi hatırlama-hatırlatma, öğrenme-öğretme filmi. Ama tüm bunları erkek bakışıyla estetikleştirmemek ve filmin kendisini, feminizmin tarihini ve kadın varoluşunu fetişleştirmemek için ayrıcalık lenslerimi lavabonun kenarına bırakmak, lens kutumun steril sularına daldırmak isterim. Bu film böyle bi film, kendine bakmanın filmi. O yüzden aracıya gerek yok. Ne lensiniz varsa kenara. Yoksa o lensler alev alacak. İzleyenin gözü ya suçlu varoluşundan ya da bu varoluşa eklenen kendini seyretme zevkinden yanacak. Bana ikisi de oldu. Buna kendi varoluşuna bakan göz denir bence. Refleksif düşünce, kendi bedeni üzerine düşünebilme, kendi tarihini yazabilme… her neyse.
Neyse ne ama dünyanın kadın oluştan öğrenecek çok şeyi var.
Gey erkek varoluşun da lezbiyen varoluştan öğrenecek çok şeyi var.
Ama çok özel bir varoluş biçimi var ki, ondan hem aşkı hem direnişi öğrenebilme şansımız var; kadın kadına aşk.
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi bu aşkın gündelik, tarihsel, politik ve etik bir kaygıyla sinemalasmış hali.
Bence sinemadan çıkmış insan (Yusuf ATILGAN) genelde seyrettiğinden aklında kalanın sersemliği üzerinden, şehirle ve sokakla karşılaşması ile, daha çok zihinsel bir eylemle tasvir edilir.
Her nedense bu aralıkta daha derin-duygusal bi hat hep göz ardı edilir.
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresinden çıkmış insanın aklı da kalbi gibi bu hatta alev alıyor.
Kalbim aklımla birlikte yandığından, kadın yönetmenin yaptığı kadın filminden çıkmış insandiye yeni bir kategori eklemek lazım.
Çünkü bu yangına ihtiyacımız var.
Geçtim lensi, bu film gözlerimizi de alsın bence bi.
Alsın ki hatırlayalım sanat nedir, sanatçı kime denir, film nedir, politik kime denir?
Sanattan, sanat yapma ve izleme biçimlerinden yeterince sersemledik gibi. Artık yanma zamanı sanki.
Kalbi yakmadan aklin devrelerine ulaşamıyoruz demek ki.
Duygu üretmeden söylediğimiz her sanat-söz boşuna gibi.
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi yukarıda saydığım tüm ikilikleri aşmanın filmi olduğundan;
Ben mi filmi izliyorum, yoksa film mi beni izledi? sorusundan kaçamıyoruz.
Çünkü çok az film bizi edilgen izleme halinden koparıp alır, izleme aninin içine aktif bi sekide taşır.
Bunu yapabilen film zaten sanat diye kalıyor elde.
Sanatın o önemli halesi, hamle yapma gereği duymadan içe sızma yeteneği.
Bu filmi de yedinci sanat yapan şey, kendinden önceki o 6 sanat her neyse, onları neden ya da sonuç kılmadan, doğrudan içererek aktarması.
Sinemayı güçlü kılan şey tüm sanatları içinde bulundurması değil zaten.
Her bir sanat formunu eritmeden ve belli etmeden bir toplama dönüştürmesi.Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi biçimi içeriğe, içeriği biçime katan, seyirci-yönetmen mesafesini aşan, Gülşen şarkısındaki o görünenle gerçeği karıştırdın öğretisine isleyen yöntem perdesini aralayan, sanatın öznesi nesnesi olmaz şiarıyla da özne nesne ikililiginin temellerine dinamit yerleştirip, adeta sanatın var olma amacını yıkan bi film. Garip bi şekilde bunları postmodern bi aymazlıkla, Oscar Wilde hedonizmine iç çeken ana akım gey anlatıcılıkla yapma derdinde de değil.
Feminizmden ne öğrenmeliyiz, lezbiyen asktan ne öğrenmeliyiz sorularına döneceksek;
Ben kuir erkek bi izleyici olarak feminizmdendeneyimin birleştiriciliğini öğrenelim ki tarihi yaparken onun dışında kalmayalım derim.
Filmdeki tüm kadınların film içinde biricik konumlarına eklenen o ortaklık duygusu gibi. Kadınların sınıfı belki
Yine lezbiyen asktan da gündelik direniş imkânlarını öğrenelim.
Bunu da gün geçtikçe saplandığımız, kuir yanlış bilincimize eklenen tüketme batağından kurtulmak için öğrenelim. İyi filmden, sanattan öğrenmek önemli.
Çünkü pişman olmamayı, deneyimi hatırlamayı öğütler iyi film.
Filmde portrenin ressama dediği gibi;
Pişman olma, sadece hatırla.
Ancak hatırlama aracılığıyla fail olunur.
Kendi hikâyemizin kurbanı olmaktan kurtulmanın, hikayemizin kurucusu ve eyleyeni olmanın tek yolu.
Kendi hikayendeki yalnızlıktan özgürlük kotarmanın yolu.
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, Piyano (1993) ve Persona (1966) arasında ama onlardan bi tik fazla.
Mavi En Sıcak Renktir in erkek yönetmen gözünden akan 5241 dakikalık lezbiyen sevişme sahnelerine kibrit suyu döken gerçek bi okuma.
Bunca film bizi kendi varoluşumuza uzaklaştırmak için kurdukları hikayeleri idealleştirip, bize film bileti satarak, bizden kaçan bir çerçi gibi helalleşirken; bu film bizi kendi bakışımızdan yakalıyor.
Ben erkek bir izleyen olarak sinema tarihinin en önemli sahnelerine dönüşeceğini düşündüğüm çocuk düşürme, kürtaj, kürtajı resmetme sahnelerinde, kendi bakışımın yabancılığını yakaladım.
Sırf bunun için bile son yılların en güzel şeylerinden biridir deyip ağladım.
Not; Garip bir şekilde çok keskin bir kötü üzerinden herhangi bir portre çizilmemiş filmde.
Anne bile, erkekleşmiş bir figür olarak, kadın kurtuluş ideallerini taşıyan o ortak figür etrafında örülmüş.
Hani annelerimiz yaslandıkça erkek meclisinde söz sahibi olurlar ya, cinsellikleri azaldıkça bu azalma onları erkek hükümranlığında söz sahibi kılar.
Hem yaşlı kadına dokunmak abdest de bozmaz ya.
Çok naif gibi görünse de erkek egemenliğinin cinsellik aracılığıyla ehlîleştirip sonra erkeklik atfederek simgesel bir güç verdiği bir pazarlıktır bu.
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi bu pazarlığın terazisine de benzin döküyor.