TUĞBA BADAL YAZDI: NE VERDİNİZ DE KAYBETTİK DİYE ÜZÜLELİM!

Hiç düşündün mü, Pazar günü ne hissediyor?

Haftanın tüm yorgunluklarını yüklenmiş sırtına beklerken orada, 

belki bir fincan kahve, 

belki bir battaniye, 

belki de bir film izlemek iyi gelecekken ona da, 

kaç seçim için harcadık bir pazar gününü?

Bizden o kadar çok çaldılar ki, sayısını da, adını da unuttuk kaybettiklerimizin. 

Mesela sorsam şimdi sana, en çok hangisine üzüldün?

Bir gün doğumunu izlemek için, elinde şarap, sahilde sevgilinle, hiç düşünmeden ötesini berisini, copunu, polisini, sarığını, 

sabahlayamadığına mı?

Çocukluk hayalini, dipsiz kuyudaki enflasyondan dolayı bir türlü denkleşmeyen paranla alamamaya mı?

Biraz yüksek çıksa kelimelerin, 

rahatsız etse memleketi, 

isminin önüne eklenecek, 

anlamını hiç bilmediğin, daha önce hiç tanışmadığınıza yemin edebileceğin ama yemininin bile buralarda iş tutmadığını bildiğin tuhaf yaftalara mı?

Çok severek alıp da giyemediğin o mini eteğine mi?

Geleceğine mi? Gelmeyene mi?

Gazların içinde kaybolup giden arkadaşına yetişemediğine mi?

Ben en çok neye üzülüyorum biliyor musun?

Geçenlerde dışarı çıkarken parfümümü değil de biber gazımı attığımı fark ettim çantama. Parfümümü kaç kere unuttuğumu, onu hiç unutmadığımı anladığım o an… 

Ben en çok parfümümü taşımayı özledim galiba çantamda. Ne komik değil mi? Değil!…

Biz bir sarayda yaşamak istedik prensesler gibi ama önünde ADALET yazmıyordu.

Yine bir pazar günü, ne verirlerse versinler onu kaybedeceğiz.

Seçimlerimizin kimsenin nezdinde anlamı kalmadığı, 

anlamın bile anlamını yitirdiği, 

öyle tuhaf, 

öyle boş bir sandığa selam verip geri döneceğiz.

Hiçbir seçiminde kazanan olmamış bir neslin, cesaretini sorguluyorlar. 

Kaybetmekten ya da bir kayıp vermekten çok korktuklarını sanıyorlar. 

Yahu, biz bir seçim gününün sabahında kazanan olursak korkacağız en çok! 

Neyi kazandığımızı bilemeyeceğiz ki? Bunca kayıp vermişken…

Bir nesil, zaferi, kazanmayı tarih kitaplarında okuyup, şehir efsanesi diye şakalarına malzeme etti. 

Hoş, oturduğumuz masaların altına eğilip, durduğu taşa toprağa biraz baksak, çok zafer görecektik de, gece sonu bizim başlar sarhoş, denge kaybı falan maazallah düşeriz diye hiç eğilmedik!

Nasıl sevineceğini bilmeyen, sevinmeyi kendinde hak göremeyen, çok sevinse mesela bunun da yatarı var mıdır acaba diye düşünmekten kendini alı koyamayan neslin zafer çığlığından korkuyorlar! 

Ve biz zaten, inanmayı, inancı çok arkamızda bıraktığımız günden beri, buna da inanamayıp, bize değildir ya bu zafer deyip bir dururuz önce.

Çok uzun zamandır da durmuyor muyuz öylece?

Bir bak etrafına, neresinden tutsan devriliyor kentler, mahalleler, arkadaşlıklar, aşklar… Saniyesinde yıkılıyor bizim hayaller. Bir şey yapamamanın verdiği durmuşluk var bizde.

Birkaç adamın parmağının ucundaki karar bizim hevesin kursağına o kadar çok girdi ki, söz almak için bile parmak kaldırsa birileri, gtmüze sokacak sanıyoruz.

Bir belediye seçimi ne kadar önemli olabilirdi ki?

Parklar, bahçeler, yollar derken biz, rantlar, hırsızlıklar, peşkeş çekmeler…

Bu pazardan sonra 4 yıl daha gitmeyecekmişiz sandığa! İşte bu beni üzer. 

Akrabalarımdan çok sandık ziyaret ettim ben. Amcamı görmeyeli 6 sene olmuş mesela. Hiç olmadı arada bir bir araya gelip pusula falan koklayalım da, hasretlik çekmeyelim.

Üzdüm mü seni?

Üzülme, 

pazar günü, onun sakinliğinden çaldığımız için bizden daha üzgün. 

Bir 4 yıl kadar dinlenirse ona da iyi gelir.

Umutsuzluğa mı sürükledim seni?

Hatırlar mısın, at izinin kendi izine karıştığını söyleyip gitmişti biri. Bildin mi kim?

Bir iz kalacaksa senden benden geriye güzel hatıralar olsun.

En son en çok neye sevinmiştin?

İşte orada buluşalım seninle.

Senden çaldıklarını düşün, ne verirlerse versinler inanma. 

Bu pazar, bir pazar günü kahvaltısının hakkını ver mesela.

Kahven az şekerli olsun, sohbetlerinin tadı damağında çık evden.

Selamla o geri dönüşümü zor sandığı, oyunu kullan.

Sonra sakince dön evine. Düşün, ya tutarsa?

Hayatın bu, SUSMA! (Murder King)